Eserde Sultan Abdülhamit Han Kızıl Sultan, Zalim Sultan Gibi Sıfatlarla Tanıtılmıştır.
Bu durum bile eserin milli kültür dairesinin dışında bir tutumla ele alındığını, meselelere yaklaşırken milli kültür endişesi yerine Batı (hatta Osmanlı-Türk düşmanlarının) gözü ile meselelere yaklaşıldığının işaretidir. Kaldı ki tartışma götüren konular, millî unsurların gözetilmediğini, hem din algısı hem de tarihi bilgilerin bir ön yargı ile sunulduğunu gözler önüne sermektedir. Böyle olmasaydı eserde Sultan Abdulhamit Han kızıl sultan olarak tanıtılır mıydı?
Kızıl Sultan Sıfatını İlk Ortaya Atanlar Ermeniler ve Onları Destekleyen Siyonist-Yahudilerdir.
Ermeni teröristlerinin ve onları destekleyen Siyonist-Yahudilerin (İngiliz ve diğer Türk düşmanı ülkelerin devlet adamlarının) ağzıyla bir Türk Hakanına “Kızıl Sultan” sıfatıyla hitap eden bir eserin millî olmadığını söylemeye gerek yoktur.
Çünkü:
“Batılı devletler artık işlerini sadrazam ve diğer devlet adamlarıyla görüşerek çözme imkânını kaybetmeleri sebebiyle Yıldız Sarayı’na ve Sultan II. Abdülhamid’e düşman olmuşlardı.” (Ahmet Uçar, Derin Tarih, Sayı: Haziran 2020)
Türkiye’nin Paylaşılmasının Önündeki Engel: Ulu Hakan Abdulhamit Han
Osmanlı-Rus 93 Harbi (1877-1878) esasında Osmanlının yıkılmaya başladığı savaşın adıdır. Bu savaş sonunda önce Ayastefonas sonra Berlin Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmaların maddeleri Osmanlı için ağır sonuçlar doğurmuştur. Avrupa devletleri ve Ruslar, Osmanlıdan alabilecek her şeyi almış üstelik Bosna-Hersek, Doğu Rumeli, Bulgaristan, Kıbrıs gibi birçok yer elimizden çıktığı gibi sonraki yıllarda birçok yer de işgal edilmiştir. Ancak Ermeniler 93 Harbi sonrasında bağımsızlıklarına kavuşamamışlardır. Ayastefanos ve Berlin Antlaşmalarına giden süreçte önce gizli sonra ifşa olan İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin Avrupa devletleri üzerindeki lobi faaliyetleri sonuçsuz kalmıştır. Berlin’den dönen İstanbul Ermeni Patrikhanesi’ni temsil eden eski Patrik Mıgırdıç Kırımyan Kumkapı Ermeni Kilisesi’nde yapmış olduğu vaazda (1878) Karadağ, Bulgar ve diğer Balkan milletlerinin kan dökerek bağımsızlıklarını elde ettiklerini, hâlbuki Ermenilerin isyan edip kan dökmediklerini, Ermeni bağımsızlığının elde edilebilmesi için kan dökmenin gerekli olduğunu belirtiyordu. İşte bu tarihten sonra bağımsızlık isteyen Ermeniler Kırımyan’ın tavsiyelerine uyarak gizli komiteler kurarak başkaldırıp, kan dökerek bağımsızlık elde etmeye çalışacaklardı. Sonraki sürece bakıldığında bilhassa 1890’lı yıllarda Ermeni ayrılıkçı gruplarının özerklikten bağımsızlığa giden yolun terörden geçtiğini düşünerek tam da onun istediği şekilde hareket ettiklerini söyleyebiliriz. (Belleten Türk Tarih Kurumu Sayı: Nisan 2020)
Bu tarihten sonra Ermeniler doğuda özellikle Trabzon-Erzurum arasındaki havalide ayaklanmış ve teröristçe hainlikle katliamlara, köy ve kasaba baskınlarına başlamıştır. Sultan Abdulhamit Han da bu bölgelere güvenlik güçleriyle müdahale ederek sükûneti sağlamıştır (1894-1896) Ayrıca Avrupa devletlerinin baskılarına da diplomasiyle cevap vererek siyasetini sürdürmüştür.
İşte bu aşamada Abdulhamit ile ilgili Kızıl Sultan lakabını ilk olarak Ermeniler kullanmış, Yahudi-Siyonist Kongresinde Filistin topraklarının parayla Abdulhamit Han’dan alınmasının kararını alan Yahudiler de Abdulhamit Han’dan bu toprakları alamamışlardır. Siyonist-Yahudiler de Kızıl Sultan propagandasına destek olmuştur.
Diğer yandan; “Olayın kökeninde Doğulu Hıristiyanlara hümanistçe bakıp onları Osmanlı yönetimine karşı ayaklanma ve bağımsızlık aramaya teşvik eden Avrupalıların, Mısır’da Avrupalılardan bağımsızlığını arayan Arabi Paşa hareketine tahammül edememeleri yatıyordu. Bu anlayışta ileri giden İngiltere, diğer ortaklarının muhalefetine rağmen yabancılara saldırı bahanesiyle İskenderiye’yi bombalamak ve suçsuz sivil halkı öldürmekle yetinmemiş, karaya asker çıkararak ülkeye el koymuş, bunu da “medeniyetin gereği” olarak sunmuştu. Ardından da dönemin İngiltere Başbakanı Gladstone “Güney Afrika ile Kuzey Afrika’yı İngiliz bayrağı altında birleştirme” projesini gerçekleştirmek için Sudan’ı işgale başlamıştı. 1885-87’de İngiltere’nin Mısır pazarlıklarına Sultan II. Abdülhamid’in direnmesi sonucu, 1890’da başta İngiliz gazeteleri olmak üzere bütün Avrupa’da Ermeni meselesi süratle gündeme taşınmış, İngiltere Başbakanı Lord Salisbury (Robert Gascoyne-Cecil) 1891’de “Rusya’nın İstanbul’u almasının artık kendileri için bir sıkıntı oluşturmayacağını” açıklarken, 1895’te İngiltere diğer Batılı devletlerle “Türkiye’nin paylaşılması” projesini konuşmaya başlamıştı. (Ahmet Uçar, Derin Tarih, Sayı: Haziran 2020)
Nitekim Sultan Abdulhamit Han 1908 tarihinde tahtan indirildikten sonraki altı yıl içinde on üç hükümet kurulmuş, İttihatçılar eliyle birinci dünya savaşına sokulmuş ve dört yıl içinde İmparatorluk dağılmıştır.
Bir Türk, Müslüman, Osmanlı ve Millî olan hiçbir kimse yukarıdaki özet bilgiler ışığında Abdulhamit Han’a Kızıl Sultan veya Zalim Padişah diyemez.
Sinekli Bakkal’daki Abdulhamit Han
Korkunç Padişah
Eserde Abdulhamit Han görünüş olarak korkunç gösterilmiştir. Kanarya Hanım’ın ağzından bu durumu anlatan yazar, Abdulhamit Han ile ilgili menfi bir üslup belirlemiştir.
“Abdulhamit’i hiç sevmemişti. Badem gibi büyük siyah gözleri, boyalı sakalı, heybetli görünmek için boyanan yanakları, bilhassa kalın ve mütehakkim sesinden ürkmüştü. Saray’da kızlar onun güzelliğinden dolayı Padişah’a odalık olması ihtimalinden bahsetmişlerdi. O sabah (tacdâr dahi olsa) o kadar korkunç gelen bu adam, kendisini beğenir diye içi titremişti. Güzel olduğuna ne kadar lanet etmişti.” (S. 277)
Kızıl Sultan
Osmanlı Devleti’nin yıkılışını otuz altı yıl geciktirmiş ve tahttan indirildikten sonra da çok kısa zaman içinde parçalanarak yok edilmiş bir imparatorluğun en başarılı padişahlarından birine kızıl sıfatını yakıştıran bir millî yazar olabilir mi?
Eserde, Sultan Abdulhamit Han, Kızıl Sultan olarak gösterilmiştir:
“Mesela bizim Kızıl Sultan’ın hareketlerinin hepsini Allah isteyerek yaptırıyor, diye ahaliye bir itikat gelse…” (S. 83)
Eserde, Galip Bey ile Hıristiyanlıktan ateistliğe dönmüş ve daha sonra Müslüman olacak Peregreni arasında geçen konuşmalarda da Abdulhamit Han’ın kızıl sultan olduğuna yer verilmiştir.
“Meselâ Kızıl Sultan’ı ve avanesini perdeye çıkarsak, cinayetlerini, rezaletlerini teşhir etsek, memlekette ihtilal olur mu dersiniz? (S. 118)
Bu cümlelerin hemen devamında, böyle bir şey yapılması halinde veya Padişah’a dil uzatıldığında insanların derilerinin diri diri yüzdürüldüğü, içine saman doldurulduğu yazar.
“Galip Bey, Padişah’a dil uzatma, yoksa hepimizin derisini diri diri yüzerler, içine saman doldurur, kuruturlar.” (S. 118)
Sultan Abdulhamit Han’ın İkinci Mabeynci’nin ağzından dile getirildiği bölümde, İkinci Abdulhamit dönemi imtiyazlar, rezaletler, rüşvetler, pazarlıklar, hırsızlıklar ve cinayetlerle dolu olduğu dile getirilir.
“Padişah terbiyeli bir adamdı. Sesini yükseltmez, kimseye sert muamele etmez, hatta en karanlık cinayetleri bile mütebessim ve terbiyeli bir havada hazırlardı. Terbiye eksikliğini günahların en affedilmezi addeden İkinci Mabeyinci, efendisinin bu çirkin, feci tarafını görmemezliğe gelirdi. İktidar sahiplerinin rekabet entrikaları, haddi aşan hırsızlıkları, memleketi soyup soğana çeviren, apişkâr alınan ve satılan imtiyaz rezaletleri, rüşvetler, pazarlıklar…” (S. 182)
Zalim Padişah
Eserde, Padişah Abdulhamit Han’a sadakatiyle görevini yerine getiren Selim Paşa’dan bahsedilirken Sultan Abdulhamit Han zalim olarak gösterilmiştir.
“Sakallı, Selim Paşa’dır. Zalim bir hükümdarın Zaptiye Nazırı sıfatıyla vazifesi hem müşkül hem da naziktir.” (S. 36)
Eserde, Abdulhamit Han o kadar olumsuz gösterilmiştir ki her hali zulümle bağdaştırılmış ve Padişah’ın emirleri zulüm olarak gösterilmiştir. Padişah’a isyanın ise Padişah’ın zulmüne karşı geliştirilen bir durum olarak yansıtılmıştır. Selim Paşa ile oğlu Hilmi arasındaki konuşmada Selim Paşa, Padişah’a karşı olan hal ve tavırları “cürüm” olarak görürken, Hilmi bu durumun zulme karşı bir isyan olduğunu dolayısıyla bir “cürüm” olarak görülmeyeceğini söyler.
“- Kerataların hepsi meydana çıksın, cürümlerinin cezasını görsünler.”
“- Niçin kerata olsunlar? Padişah’ın zulmüne isyan, neden bir cürüm olsun?” (S. 209)
Son Zalim Padişah ve Onun Ecdadı
Eserde, sürgüne gönderilenlerin bulunduğu vapurdaki bir tayfanın ağzından küfür edildiğini anlatan yazar, bu küfürlerin haklılığını ve nihayet bu küfürlerden zulüm bezirgânı olarak işaret ettiği Padişah’ın ecdadına ve son zalim olarak gördüğü Abdulhamit Han’a dil uzatmaktadır.
“Ağzını açtı ve sövdü…
Küfür sağanağı geçmiş yıllara döndü, zulüm bezirgânlarının ecdadına, ecdadının ecdadına, ta Âdem Baba’ya ulaştı. Küfür sağanağı gelecek yıllara doğru esti. Zulüm bezirgânlarının sülâlesinden sülâlesine, insanlara eziyet edecek olan son zalime dayandı… Şüphesiz ki bu küfür kaidesi Parişah’a ve onun etrafındaki büyüklere râciydi (yönelikti).” (S.222-223)
(Makalenin devamı sonraki yazımızda yayınlanacaktır.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.