• BIST 8876.22
  • Altın 2928.215
  • Dolar 34.2375
  • Euro 37.4474
  • İstanbul 16 °C
  • Ankara 18 °C

Kültür Elçisi Olarak Misafir Öğrenciler

Ali Yalçın
Sosyal ve kültürel bir kurum olarak okul ya da mektebe olan ihtiyaç, insanın medeniyet inşasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Farklı kültür merkezlerinin kendi imkânlarıyla ürettiği bilgi, aynı zamanda evrensel niteliği sebebiyle paylaşımı zorunlu kılmıştır.

 Tarihin her döneminde insanlar bilgi ve beceri kazanmak amacıyla, yaşadıkları yerler dışına seyahat etmiş, orada kalmış, öğrendiklerini kendi diyarlarına taşımışlardır. Bu yolla bilgi yaygınlaşmış, kazanımların, hem ona sahip olan bireylere hem de o bireylerin yaşadıkları toplumlara olumlu etkileri olmuştur. Etkileşimin çift yönlü, çok boyutlu olduğunu söylemeye bile gerek yok. Eğitimli kişilerin katkı ve aracılığıyla oluşan bilgi ve kültür göçü sayesinde toplumlar birbirlerinin kazanımlarından faydalanma imkânı elde etmiştir. Her türlü bilgi, değer ve görgü paylaşımı, insanların dünyalarını genişletmiş, ufkunu açmıştır.

Sümerlerin mabet okulları, bilinen en eski eğitim kurumlarıdır. Bu okullarda dinî eğitim gören insanlar, toplumu eğitme yeterliğine sahip oluyordu. Kesin kayıtlar olmamakla birlikte Sümer okullarına farklı diyarlardan öğrencilerin geldikleri söylenebilir. Antik Yunan medeniyetinin Atinası’ndaki Akademia’ya, farklı toplumlardan ve ülkelerden öğrencilerin devam ettiğini tarihi kaynaklardan biliyoruz.

İlmi esas alan İslâm, bilgiye karşı asla bağnaz bir tutum takınmamış; ilmî, belli bir kesimin, toplumun veya coğrafyanın malı değil, bütün insanların vazgeçilmez değeri olarak görmüştür. İnsanları ilme ve tahkike yönelten ayetler çok fazladır. Peygamberimiz, “Hikmet mü’minin yitiğidir, onu nerede bulursa alır” diyor. ‘Hikmet’ kavramının sadece bilgiyi değil, hakikatin yöntem, kavrayış ve oluş itibarıyla tüm inceliğini içerdiği düşünülürse, hadisin ne kadar derinlikli bir anlamı karşıladığı kolayca kavranır. “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” düsturu, Müslümanları ilmî arayışlara teşvik etmiştir. Sahih-i Müslim ve Sünen-i Ebu Davud’da geçen bir hadiste, “Kim ilim öğrenme arzusuyla bir yola girerse, Allah bu sebeple ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır” denmektedir. Başka bir hadis, ilim öğrenmek için yapılan seyahatin faziletini ifade eder: “İlim elde etmek için evinden çıkan bir kimse, evine dönünceye kadar geçirdiği bütün zamanını Allah yolunda geçirmiş sayılır.”

Medeniyetimiz bu kutlu hakikatlerin bilincinde olduğu asırlarda, muazzam ilmî araştırmaların coğrafyası oldu. Hadis mecmualarının hazırlandığı zamanlardan Osmanlı’ya kadar, ilim için seyahat, bir ibadet aşkıyla yapıldı. Buharî’den Gazzalî’ye ve Mevlâna’ya kadar hemen bütün sanat, düşünce, fikir ve ilim adamları ulvî amaçları için sürekli seyahat etmişler, ömürlerinin büyük kısımlarını başka şehirlerde, başka diyarlarda geçirmişlerdir. İslâm irfan ve medeniyetinin dinamik canlılığıyla yayılmasında ve yaşanır kılınmasında bu seyahatlerin önemi oldukça büyüktür. Bu amaca hizmet etmek için zamanının müstesna ilim müesseseleri medrese ve kütüphaneler, öğrenci ve hocaların her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak işlevsellikte uzun süreli barınmalarına uygun inşa edilmiştir.

Abbasi halifesi Memûn, 832 yılında kurduğu akademiye ‘Beytül Hikme’ adını vermiş; bu akademide, Yunanca, Süryanice, Farsça ve Sanskritçe yazılmış eserlerin Arapçaya tercüme edilmesini sağlamıştır. Aynı zamanda, farklı ülkelerden bilim adamlarını ülkesine getirterek rasathaneler kurdurmuş, bilimsel çalışmalara hız verdirmiştir. Abbasiler sonrası İslam devletleri döneminde de ilmî gelişmelere verilen önem artarak devam etmiştir. Fakihlerin ve âlimlerin kendi memleketleri dışında ilim tahsil etmeleri teşvik edilmiştir. Zamanla Buhara, Semerkant, Şam, Halep, Bağdat, Kahire ve İstanbul gibi şehirler, İslâm medeniyetinin bilim merkezleri haline gelmiş, her diyardan kabul edilen öğrenciler en iyi şekilde barındırılmıştır.

İmparatorluk devrinde ilim tahsili için Sivas’tan ya da Diyarbakır’dan bu merkezlerden birine giden talebeler, yabancı bir ülkeye değil, kendi ülkelerinin daha gelişmiş bir diyarına gitmiş oluyorlardı. Osmanlı’nın yirminci yüzyılın başında parçalanmasıyla birlikte Mısır, Irak, Suriye, Ürdün, Libya, Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Türkiye gibi ülkelerden bir diğerine giderek eğitim alma olanağı, imkânsız hale geldi. Bu coğrafyalar ve halkları arasında kesilen irtibat büyük ölçüde çok planlı, bilinçli olarak yürütülen oryantalist küresel politikaların sonucuydu. Ancak günümüzde öğrencilerin başka ülkelere eğitim amacıyla gitme imkânları yirminci yüzyıla göre daha iyi durumdadır. Özellikle Özal, Erbakan ve Erdoğan’la birlikte bölgesinin çekim merkezi olmaya başlayan Türkiye’ye Orta Asya, Balkan ve Arap devletlerinden öğrencilerin ilgisi gittikçe artmıştır.

Politika ve program olarak öğrencilerin gelişini Türkiye de istemekte, bu amaçla misafir öğrencilere değişik adlarla sınıflandırılan burslar verilmektedir. Bu burslar en son ‘Yurt Dışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı’nda birleştirilmiştir. Burs miktarlarının artırılması, akraba ya da kardeş ülkelerden gelecek başka öğrenciler için cezbedici olabilir. Ülkemize gelen öğrencilerin çoğu akraba ya da kardeş ülkelerden olsa da, daha uzak ülkelerden gelen öğrencilerin sayısı da az değildir. Herhangi bir ülkeden eğitim amacıyla yurt dışına çıkan Müslüman öğrencilerin Türkiye’yi tercih nedenlerinin başında, Osmanlı’dan tevarüs edilen müşterek tarih ve duygu ortaklığımız gelmektedir. Kültür ve gönül coğrafyamızda bu ortak bağlarla süren canlılık hâlâ korunmaktadır. İnsanımızın yapay sınırları, sınırlamaları aşan muhabbetini içimizde hissederek, o diyarlarda yaşayan insanlarımızın yüksek potansiyele sahip öğrencilerine Türkiye’de verilecek eğitim ve öğrenim imkânı çeşitlendirilmeli, çoğaltılmalıdır. Bu tarzda ve nitelikte bir ilişki, kısa vadeli yararlarının çok ötesinde derin, köklü, içten ve çok boyutlu yakınlaşmalar sağlar. Toplumlar, ilgiler, bilgiler, kültürler kaynaşır.

Her ne sebeple olursa olsun, ülkemize eğitim amacıyla gelen öğrencilere daha iyi barınma, ulaşım ve eğitim olanaklarının sunulması gerekmektedir. Bu öğrenciler Türkiye Türkçesini, TÖMER ve daha başka kursların desteğiyle yeterince öğreniyorlar. Bununla birlikte, mesleğe yönelik olarak Türkçe öğretimi programlarının uygulanması, Türkçe kurs ücretlerinin düşük tutulması, derslerde tarih, kültür, sanat ve edebiyat konularının da işlenmesi öğrencilerin beklentileri arasında yer almaktadır. Son zamanlarda YURT-KUR aracılığıyla verilen barınma hizmetlerinde çok önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Bu hizmetler nicelik ve nitelik olarak artırılmalıdır.

Üniversitelerimizden mezun olan misafir öğrencilerin, bir iş ve konum sahibi olarak ülkelerine dönünce, buradan edindikleri deneyimlerden faydalanacakları bir gerçektir. Aynı şekilde, ülkemize ilişkin olumlu görüş ve duygular, bize karşı büyük bir sempatinin oluşmasını sağlayacaktır, sağlamaya başlamıştır. Bu yönüyle kamu diplomasisinin önemli bir öğesi olan kültür ve eğitim hizmetlerini yumuşak bir güç (softpower) olarak kullanabiliriz.

Ülkemize olan yabancı uyruklu öğrenci talebinin belli ülkelerle kısıtlı olduğu bilinmektedir. Tanıtım faaliyetlerinin yetersizliği, eğitim kalitesine yönelik kimi şüpheler gibi nedenler bunlar arasında sayılabilir. Yükseköğretim programlarının, Bologna sürecinin gereği olan çalışmaları tamamlayarak iyi pazarlanması, bu kısır döngüyü kırabilir. Yükseköğretim programlarına yönelik akreditasyon sorunlarının ortadan kalkması, yabancı uyruklu öğrenci talebini artırabilir. Yurt dışından gelen öğrencilerden alınan eğitim harcının tamamen kaldırılması ya da ciddi oranda indirilmesi, ülkemize olan eğitim talebini artırıcı bir faktör olacaktır. Finlandiya, İzlanda ve İsveç’in kendi ülkelerini tercih eden uluslararası öğrencilerden öğrenci harcı almadıkları görülmektedir. Benzer bir uygulama ile ülkemizin yabancı öğrenciler açısından cazibesi artırılabilir.

Türkiye’de misafir ettiğimiz öğrencilerden yüzde 30’u kardeş ya da akraba ülkelerden gelmektedir. Türkçe konuşan ülkelerden gelen öğrenci oranı, 2000 yılından sonra yüzde 9,5’e gerilemiştir. Yurt dışı öğrenci burslarının sınırlandırılmasının bunun en önemli nedeni olduğu söylenebilir. Oysa Avrupa Birliği, OECD ülkelerinin aynı dili konuştukları ülkelerden aldığı öğrenci sayıları yüzde 25’lerin üzerindedir. Eğitim kalitemizin artırılması, YÖK ve üniversitelerin daha sistemli çalışmaları ile bu oranı Avrupa Birliği ve OECD ülkelerine yaklaştıracaktır. Bu bağlamda, yükseköğretimde, Türkçe konuşan ülkelerden daha fazla öğrenci almayı teşvik eden destekleyici politikaların üretilmesi gerekmektedir.

Osmanlı Devleti, 19. yüzyılda Batı’ya öğrenci gönderme programını, gerilemesini durdurmanın çarelerinden biri olarak uygulamaya koymuştu. Bu öğrencilerin gönderilmesi yoluyla uzman askeri personel, gelişmiş teknolojileri kullanıp üretebilecek mühendis, okullarda ve resmi dairelerde görev yapacak öğretmen ve bürokrat gibi acilen ihtiyaç duyulan insan kaynağının yetiştirilmesi; böylelikle Batı’nın kendisinden daha ileride olan bilim ve teknolojisinin ülkeye transfer edilmesi amaçlanmıştı. Ne hazindir ki, gönderilen öğrencilerin beklenen amaca uygun donanımla yurda döndükleri söylenemez. Ülkenin kötü gidişini durduracak bir çözüm ve çalışma içinde olmamışlar, bilakis Tanzimat’la başlayan savrulma sürecine aktif katkı vermişlerdir.

Günümüzde de eğitim amacıyla, başta Batı ülkeleri olmak üzere, değişik ülkelere öğrenci gönderilmeye devam edilmektedir. Yükseköğrenim amaçlı yurt dışına giden öğrencilerin yüzde 48’i Avrupa Birliği ülkelerini, yüzde 21’i ise Kuzey Amerika ülkelerini tercih etmektedirler. Hangi niteliklere ya da yeterliklere sahip olmak amacıyla öğrenci gönderileceğine ilişkin iyi yapılmış planlama, ülke kaynaklarının heba olmasını önleyecektir. Milli Eğitim Bakanlığı, YÖK ve TÜBİTAK gibi kurumların birlikte ya da Devlet Planlama Teşkilatı koordinasyonunda yapacağı bir planlama ile yurt dışına öğrenci gönderilmesinin daha verimli olacağı kaçınılmaz görünmektedir.

Yurt dışına öğrenci gönderilmesinde mer’i olan kanun 1929 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun günümüz şartlarına uyarlanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Daha işlevsel bir kanun için Meclis çalışma başlatmalıdır. Burada şu noktaya dikkat çekmek gereklidir. 1973 yılında yürürlüğe giren 1739 sayılı ‘Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 1961 Anayasasına göre düzenlendiği, o anayasanın dibacesine ve ilkelerine gönderme yaptığı; genel amaçlarında insan hak ve hürriyetlerine herhangi bir atıfta bulunmadığı göz önüne alınmalıdır. Meclisin 1739 sayılı Kanun ile ilgili yasal bir çalışma yapmasının da kaçınılmaz olduğu kanaatindeyiz. 

 

                     Ali YALÇIN                                                                                                                                                Memur Sen ve Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı   

Bu yazı toplam 2914 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Duyuru Gazetesi | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 02164912882 05323834739 Faks : 0216 4917113